Sayfalar

26 Nisan 2015 Pazar

5.Kurban / Jane Casey (Yorum)



Uzun bir aradan sonra gerilim – polisiye kitabı okudum. Kitap beni hayal kırıklığına uğrattı desem yalan olmaz herhalde. Genel olarak baktığımızda oldukça vasat bir polisiye idi. Bir çok yerinde gözlerim kapandı. Kapak tasarımı ve çevirmenin yazı dili gayet başarılı; fakat konu çok sırandı açıkçası çok sıkıldım.

Kitabın konusuna gelince; Maeve Kerrigton,çok başarılı ve hırslı bir dedektiftir. Zaten hikaye Maeve ağzından anlatılıyor. Ayrıca bazı bölümlerde yan karakterler Rob ve Louise’in de ağzından anlatılıyor. Olaylar Kelly Staples’a yapılan saldırı ile başlıyor.5.kurban adı gibi 5.kurban olacağı düşünülüyor; fakat Kelly hastanede ikan başka bir cinayet işleniyor. Tüm işaretler basının takmış olduğu Ateşçi lakabını yani asıl katilimizi gösterse de Maeve farklı biri olduğuna inanmaktadır. Araştırmaya başladığında yolu Louise kesişiyor ve olaylar yeni yollara sapmaya başlar. Kitabın ortalarına geldiğinizde pat diye dört cinayeti işleyen katil bulunuyor ve o konu kapanmış oluyor. Sonrasında kalan bölüm ise diğer katilimizin ailesi ve arkadaşlarıyla ilgili olarak geçiyor.

Jane Casey,hikayesine güvenmediği için mi yoksa dikkat çekmek için mi bu şaşırtmalı yolu seçti bilmiyorum ama çok büyük bir strateji hatası olmuş. Bu yüzden kitap bende hayal kırıklığı yarattı.



Burası ölümün yaşayanlara yardım etmekten zevk aldığı yerdir. Syf :115

19 Nisan 2015 Pazar

Beni Bulun / Michelle Knight (Yorum)



   3 kadın ve 11 yıl çeşitli işkencelerle geçen esaret. Okurken çoğu yerde bu kadar da olmaz dedirten bir kitap oldu benim için. Bir insan nasıl bu kar benliğini kaybeder ve başka insanlara nasıl böyle şeyler yapar hala aklım almıyor doğrusu.
   Gerçek yaşananların konu alındığı kitabı. o üç kadından biri olan Michelle yazmış. En çok da eziyete o maruz kalmış. Tecavüzlere, dayaklara, aşağılanmalara ve beş kez çocuğunu düşürmeye nasıl katlanmış aklım almıyor. Gerçekten çok sağlam iradesi varmış. Onun deyimiyle yaşama umudu. Oğlu Joey için.

   Michelle daha çocukluktan başlamış sefalet çekmeye. Kendi ailesi de dahil çeşitli aile üyeleriyle aynı evi paylaşmış hep. Çoğu kez doğru düzgün yatacak yeri bile olmamış. Daha çocuk yaşta akrabasını tecavüzüne uğrayıp, okulda sürekli küçümsenmiş bir kız. Bir ara evden kaçmış ve uyuşturucu satıcılığına başlamış, sırf aç kalmamak için. Sonra babası bulmuş onu. Yine aynı sefalete çekmiş kızı.
   Tam aşık oldum derken kandırıldığını görmüş ve bütün dünyasını karnındaki çocuğuna adamış. Belki kimseden görmediği sevgiyi onda bulur diye. Ama o da alınmış elinde kısa bir süre sonra.
   İş aramaya başlamış ama çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanmış. Tam çocuğunu görmek için evden çıktığı bir gün arkadaşının babası tarafından kaçırılmış.

   Kitabı okurken bir çok yerde sahneler gözlerinizin önüne geliyor. Sanki o an ben varmışım gibi. Kabusun ta kendisi gibi. Ama şunu da belirteyim Michalle'in yaşama olan tutkusuna hayran kaldım. Tam bir örnek. Herkes için hem de...

18 Nisan 2015 Cumartesi

Paris Mimarı / Charles Belfoure (Yorum)



   Yabancı Yayınları son dönemlerde en çok dikkatimi çeken yayınevi. Kitaplarının baskı kalitesi, çevirileri, tek bir türe bağlı kalmadan çeşitli kitapları çıkarmaları ve çok dikkat çekici ayraçları ile favorim oldular. Nerede kitaplarını görsem almadan edemiyorum. En son okuduğum Paris Mimarı da bunlara dahil oldu.

   Kitabın kapağı çok dikkatimi çekmişti. Belki aranızda Schindler's List filmini izleyeniniz vardır. O filmde sokakta kırmızı paltolu bir kız vardı. Bu kitabın kapağını görür görmez onu hatırladım. Tesadüf konu da soykırımmış. Severim tarihi ele alan anlatımları. Hele ki konu soykırım ise. Bu kitapta da çok etkilendiğim yerler oldu. Almanların zamanında insanlara nasıl işkenceler yaptığını bir çok kitapta okumuş ve nerde bu tarz kitaplar varsa edinmeye çalışmışımdır. İyi ki bu kitabı da okumuşum.
   Çoğu yerde sinirlerime hakim olamadım dersem yeridir. İnsanların bir hiç uğruna keyfi öldürülmesi, açlıkları, yaşamları uğruna verdikleri mücadele vs. çok detaylı olmasa da hikayenin çerçevesinde güzel anlatılmış.

   Lucien bir mimardır. Ama savaşın getirdikleri onu işini yapmasından alıkoyuyor ve her gün biraz daha sefalete sürüklüyor. Günün birinde çook zengin bir adamdan bir teklif alır. Tabii bu teklifin maddi olarak getirisi çok yüksektir. Ama çok da tehlikeli. Bu teklifte Almanların deli gibi aradığı bir adamı saklanması için biye yer yapması istenir. Lucien her ne kadar istemese de teklifi kabul eder.
Zaten olayların büyük bölümü de bundan sonra başlar. İlk başta yaptığı şeye kendisi bile karşı çıkan Lucien sonraları kendide bu mücadelenin içinde yer alır.

   Açlık, savunmasızlık, hayatta kalma mücadelesi yani kısaca her yönden çoklu bir savaş. İnsan yaptığı tercihler için ne kadar ve nasıl fedakarlık yapabilir, biraz da bunu sorguluyor hikaye de.

   Eğer siz de geçmişte yaşanan olayları merak ediyorsanız, soykırım tarihi biraz ilginizi çekiyor ise bu kitabı okumalısınız. Aslında herkesin okuması gereken kitaplardan olduğunu düşünüyorum.
Hem sade anlatımıyla sıkılmadan okuyabileceğiniz, hem de beğeneceğiniz bir kitap olacaktır.

   Şimdiden keyifli okumalar dilerim :)

Bu arada bana bu tarz da kitap tavsiye ederseniz de mutlu olurum...

11 Nisan 2015 Cumartesi

Bırakma Ellerimi, Ayşegül Çiçekoğlu [Kitap Yorumu]



Bir kitabın daha son satırlarını okuyup kitaplığımda ki yerine kaldırdım. 

Bırakma Ellerimi kelimenin tam manasıyla bir aşk romanıydı. Kitabı okurken aklınıza pembeler, güller, kırmızılar, şiirler getirecek kadar yoğun bir aşk hikayesiydi hemde...

O aşkın içinde koskocaman bir sevgi ve o sevginin içerisinde ise huzur, mutluluk, güven vardı.

Aşk kitabı tutkunları bu romana bayılacaklar. Bende tek bir satırını atlamadan okuyup bitirdim ama çok fazla aşk romanı okuyan biri değilim; bu kadar yoğun bir aşkın anlatıldığı romanlar beni biraz     boğuyor. Bu konularda soğuk bir yapım var sanırım.

Kitapta kimi yerler defalarca tekrarlanmış gibiydi fakat yine de akıcıydı diyebilirim. Kitap kendini okutuyor çünkü yazar duyguları okuyucusuna hissettire bilmiş. 

Konuya gelirsek: Kitap Toprak'ın sırf boğulduğunu hissettiği için Elif'ten ayrılmak istemesiyle başlıyor. Bir an da boşanma davası açıyor bir de dava Elif'in doğum günün de görülüyor. Ve bu çiftimiz on yıldır tanışıyorlar. Önce dost sonra sevgili ardından da iki yıldır evlilerdi. 
Terk edilmenin üzerine Elif yaşadığı şehri ardında bırakıyor. [Zaten erkek boşanır hayatına devam eder. Kadın boşanır her şeye baştan başlar... Lanet olasıca hayat...] İstanbul'a taşınıyor ve orada başka birini tanıyor. =))

Kader...

Ya da hayat...

Onun adı da Toprak. [Sanırım ben daha o an da küfrü basardım.]

Elif başlarda iki Toprak arasında gelgitler yaşıyor. Eski eşi piyasaya başka bir erkek çıkınca karısını geri istiyor. Tabi o zamana dek de gününü gün etmiş... Iyk ya nefretlik tam. Zaten acı biter geriye kırgınlık kalır. Nitekim öyle de oluyor. 

Torak Üstüner onun geleceği, kalbi ve aşkı... 

Aynı isim farklı bir adam. Güzel bir gelecek, yeni bir gelinlik... Bitmeyen bir aşk, sahip olunacak çocuklar veee

Mutlu son ^_^





10 Nisan 2015 Cuma

Siyah Damar, Tarryn Fisher [Kitap Yorumu]




Tarryn Fisher... Siyah Damar'ın yazarı. Bu kadın bir numara. Bu kadın kesinlikle sorun ve bu kadın kesinlikle bir deli. Aynı yarattığı karakterler gibi. Kurgu gibi. =))

Çok seviyorum ve çok beğeniyorum. En beğendiğim yönü ise iki paragraf arasında en beklenmedik anda tek bir cümle ile şoka uğratması. Tekrar ve tekrar...

Bu yazardan daha önce üçleme bir seri okumuştum: Fırsatçı, Kızıl Tehlike ve Hırsız. Siyah Damar ise tür olarak diğerlerinden ayrılsa da kesinlikle onları aratmıyor. 
Kitabın türü psikolojik-gerilim. Okurken öyle yerlerle karşı karşıya kalıyorsunuz ki benim kanım çekildi. Zaten kitabın teşekkür bölümünde de Stephen King'e ona yazmasını öğrettiği için teşekkür ediyor. Stephen King'e! O ve onun yarattığı karakterler ayrı bir sorunlu zaten. =))

Siyah Damar, Senna'nın bir sabah uyanıpta kendini hiç bilmediği bir yer de bulmasıyla başlıyor. İlk fark ettiği ikinci katta olduğu. İkinci fark ettiği şeyse karların arasında bir tabela; üzerinde ise ''İşin bitti, Senna,'' yazıyordu. Eh daha ilk sayfadan da ilk şoku yaşamış oldum. Tabi Senna'da. Ama Tarryn bu: Senna evi dolaşmaya çıkıyor, karşısına biri çıkacak olursa da onu bıçaklamayı, ikiye bölmeyi düşünüyor. Ben olsam korkudan altıma kaçırmamaya çalışır, hiç bir şey de düşünemezdim! =))
Ah! Karşısına biri çıkıyor; Isaac. Fakat onun elleri ve kolları bağlanmış.

O ev de günler, aylar geçiyor. Hissettikleri tek şey korku. Sanırım en kötü işkence onların ki; ölümü beklemek. Zamanla yemek, odun ve umutları da tükeniyor.
Fakat ikilinin geçmişinde bir sır yatıyor; atlıkarınca ile ilgili. Tesadüfe bakın ki ev de bir atlıkarınca odası var. Başlarda geçmişi hatırlamak, konuşmak istemezler. Çünkü hatırladıkları anının ardından acı ve suçluluk gelecektir. Fakat hatırlamaları gerektiğini kabullendiklerinde evin kapısını açmayı başarırlar.

Ve kitap bir anda geçmişe, Senna ile Isaac'in tanıştıkları zamana döner. Senna onu terk eden, aşık olduğu adama: Nick'e özlem duymakta ve hayatına devam etmek için çabalayan bir kadındır. Isaac ile tanışmaları ise tecavüze uğradığı gün olur... Hayatı boyunca sessiz biri olan Senna bu olayla iyice içine kapanır. Aslında kısacası Isaac ile tanıştıklarında Senna sessiz biriydi. Acı çektiğinde sessizdi ve kansere yakalanıp hayatın bir darbesini daha yediğinde yine sessizdi. Isaac onun her zaman yanında oldu. Onun sessizliğinde ki çığlığı duydu.

Nick aşık olduğu adamdı ama Isaac ruh eşiydi.

Fakat Senna Isaac'i hayatından kovdu... İşte tam da bu nokta da kitap tekrardan hapis kaldıkları evin kapısını açtıkları zamana dönüyor.

Hayatta kalabilmek için birbirlerine tutunuyorlar. Onları oraya kapatan kişi ortaya çıktığında öğreniyorlar ki o kişinin asıl amacı aşkı test etmekmiş. [Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.]

Onun yaptıkları yüzünden neredeyse ölüyorlardı... Çünkü o, acımasızdı. Kendini tanrı sandı. Fakat Senna o ev de hapis kaldığı süre içerisinde değişti. Isaac o değişimi başlattı. Isaac, Senna'nın kendine karşı hissettiği acıma duygusunu, şirretliğini, dünyaya haddini bildirme arzusunun hepsini aldı ve kendine yönlendirdi.

...

Siyah Damar nefesimi kesti. Soluksuz okuyacağınız, bir çok şeyi sorgulayacağınız müthiş bir romandı.  

Alın okuyun millet! ;-)


9 Nisan 2015 Perşembe

Ardımda Kalanlar, Ellen Marie Wiseman [Kitap Yorumu]


DİKKAT: Kitabı okumaya kendimi kaptırdığım gibi, onu size anlatmaya da fazla kaptırmışım: SPOİ İÇERİR. =))

Bir kitabı okurken bir çok duygu hissedersiniz. Üzülür ya da sevinirsiniz. Veya heyecana kapılır hatta meraklanırsınız değil mi? Ardında Kalanlar'ı okurken ise her an yüreğiniz parçalanacakmış gibi hissedeceksiniz. Ağlarken hani gözünüz hassaslaşır ve şişer ya, bu kitabı okurken benim kalbim bu haldeydi işte.

Arkadya Yayınları'ndan çıkan her kitap yüreğimin bir köşesini ele geçirmeyi başarıyor zaten. Nitekim Ardımda Kalanlar'ı okurken de aynı şey oldu. Farklı zamanlarda yaşayan iki kadının yaşadığı zorluklar yürek burkucuydu. Soluk soluğa, hıçkırarak ama saatler içinde okuyup bitirdim kitabı.

Olağanüstü, gerçeklere dayanan bir kurgusu vardı...

Kitap, hiç bir deliliği olmayan bir kadının akıl hastanesine kapatılmasını ve annesinin delirdiğini düşünen bir kızın hikayelerini anlatıyor. Yazar, baz olarak akıl hastanesini konu edinmiş. Onun gibi benim de akıl hastaneleri ve oraya kapatılan insanlar her daim ilgimi çekmiş, orada hastalara yaşatılanlar üzmüştür. En başta kitabı okumak istememin en büyük sebebi de buydu.

Günümüz de gazetelerde haber olan bir olay vardı: Willard Akıl Hastanesi'nin çatı katında hastalara ait valizler bulunmuş ve bunlar sergilenmişti. Yazar o fotoğraflardan esinlenip, kurguya yansıtmış. İnternetten o fotoğraflara da baktım; tüylerimi diken diken etmeye yetti...

Eskiden, özellikle de kadınlar uzun süreler akıl hastanelerine kapatılırmış. Hasta oldukları için değil. Aileleri veya eşleri onlardan kurtulmak istediklerinden dolayı. Bu söz de hastalar tedavi adı altında işkence görüyorlardı. Bunun yanı sıra bir çoğu hizmetçi olarak çalışıp bir kısmı ise erkek doktorların taciz ve tecavüzüne uğruyorlarmış.

Buz banyoları, ötenazi, öjenik amaçlı zorunlu sterilizasyon yani kısırlaştırma, lobotomi ve elbette ki elektroşok  tedavi yöntemleri arasındaymış.

Tüm bunların var olması ve binlerce kişinin bunu yaşamış olduğunu bilemem bile beni şoka uğratıyor. Ne kadar şanslı olduğumuzun farkına varmalıyız... Düşünsenize; akıl sağlığınız yerinde fakat tımarhaneye kapatılıyorsunuz. Kendinin deli olmadığını inandırmaya çalışıyorsun. Kimse inanmıyor çünkü kimse seni dinlemiyor.

İşte 1929'da babası tarafından akıl hastanesine kapatılan Clara'nın başına gelenler bunlardı.

Ailesinin uygun bir adam olarak görmediği Bruno'yu sevdiği için bir suçlu gibi oraya kapatıldı. Ne hisettiğinin ifade etmenin bir yolu var mı bilmiyorum... Üstelik Clara'nın babası doktora Bruno'nun gerçekte var olmadığını bile söyledi. Bir babanın sırf onaylamadığı birine aşık oldu diye öz kızını akıl hastanesine kapatması inanılır gibi değil ki...

Clara'nın hikayesi yüreğimin bir tarafını parçaladı. Öbür tarafını ise Izzy'nin yaşadıkları...

Isabella'nın aslında mutlu bir çocukluğu vardı. Taki yedi yaşındayken annesi, babasını öldürene dek. Mutlu yaşantılarında bu olay gerçekleşince Izzy annesinin deli olduğuna inanarak, bir koruyucu aileden bir diğerine geçerek büyüyor. Bir yandan da annesi gibi delirmekten korkuyor.
on sekiz yaşına girmeden önce, koruyucu annesi Peg'le kendisini orayı araştırmak üzere Willard'da buluyor. Tabi Clara'nın bavulu ve günlüğü de ortaya çıkıyor. Clara ve Izzy'nin yolları da bu sayede çakışıyor...

Clara, ızzy sayesinde tam altmış altı yıl sonra kızına kavuşuyor. Izzy ise gerçekleri ''hatırlıyor.'' Annesinin sadece kendisini koruduğunu öğreniyor.

Kısacası; iki kırık hikaye... Üç hüzünlü kalp; Clara'nın, Izzy'nin ve Ardımda Kalanlar'ın okuyucusuna ait...

Bu kitabı elinizden bırakmak istemeyeceksiniz...


8 Nisan 2015 Çarşamba

Bir Deniz Kızı Hikayesi, Canan A. Düzgan [Kitap Yorumu]



Bir kitabı aşk romanı sanıp hatta historical olduğunu bile düşünüp de alıp, okumaya başlayan bir ben varımdır. =)) Kitap fantastik çıktı, iyi ki de öyleymiş.
Yazarı ile ilk defa bu kitabında tanıştım. Beğeneceğimi düşündüğüm için elbette okumaya başlamıştım fakat beğenmek ne kelime ben bu kitaba bayıldım..!

Bir Deniz Kızı Hikayesi; kahkahalarla... zaman zaman gözünüzden akan bir iki damla yaşla ama her an yüreğinizde hissettirdiği 'gerçek aşk kavramı' ile okuyacağınız bir roman.

Yedi yüz küsur sayfa kitabın her bir satırını gözlerinizle yeyip içeceksiniz. Bir an bile sıkılıp bırakmayacaksınız. 
Ayrıca kitabın baskısı özellikle dikkatimi çekti; kalitesi çok iyi. Çok çok iyi! kapkalın bir kabartma, elimde silinmeyen altın yaldız ve kalınlığıyla dağılmayan bir cilt. Postiga Yayınları takdir ettiklerim arasına girdi. =))

Gelelim kitaba... Aslında kitap sadece iki karakterin hikayesi değil. Bu kitap üç adam ve bir deniz erkeği ile üç deniz perisi ve bir kadının masalıydı. =))
Yazar, Walt ve Elka'nın hikayesinin için de diğerlerini de anlatmış. Konu da bir an bile kopukluk yaşamadım. Üstelik her bir karakter öyle gerçekçi ve sevilesi ki... Bununla da bitmiyor. =)) Bir de Walt'ın gündüz düşleri var. Okuması çok zevkliydi.
İşte tüm bunların birleşimiyle olağanüstü bir kurgu ortaya çıkmış. Yazarının kaleminin başarılı olması da kitabı tam okunalısı kıvama getirmiş. =))

Bir Deniz Kızı Hikayesi'nde ki kurgu Karayipler de geçiyor ve asıl adamın asıl kızı bir mağara da bulması ile hız kazanıyor. Walt önce, Elka'nın [iki ayağı var, kuyruğu değil] insan görünüşünde olduğundan bir deniz perisi olduğunu anlamıyor. İnsan inanmayacağı bir şeyi aklına bile getirmez ne de olsa. Fakat Elka saf ve masum olmasının yanı sıra kelimenin tam manasıyla hiç bir şeyi de bilmiyor. Walt onun hafızasını kaybettiğini hatta deli olduğunu düşünüyor. Elka'nın vücudunda ki solungaç izlerini gördükten sonra da kötü muameleye uğradığını falan sanıyor. Tabi bir yandan da kendini Elka'ya ve aşka kaptırmaya başlıyor. [Kamyona çarpmış bir araba gibi karşında =))] Onu koruyor, sahipleniyor ve bir şeyler öğretmeye çabalıyor. Tabi işine gelmeyen şeyler oldu mu da yalanları sıralıyor: UV ışınları öldürür; üstsüz güneşlenemezsin. Dondurma öldürür; yalama. Korkunca sarılıp öpersin geçer... =)) Hahahytt aşık adam işte dokunmaya kıyamıyor ama yine de az değildi. =))

Zaman geçiyor... Solungaç izleri kaybolmaya başladıkça içlerini de bir korku kaplıyor. İzlerin tamamı yok olduktan sonra insan mı olacak? Ölecek mi?... Bu sorunun cevabı ne biliyor musunuz? Ölüm... Amaaa ne demişler ölüm bile aşıkları ayıramaz. Aşk öyle kuvvetli bir histir ki asla yok olmaz. 

Meraklandınız değil mi? Ne mi yapıyorsunuz; alın ve okuyun bu kitabı. Canı gönülden tavsiye ederim. Soluksuz okuyup, elinize aldığınız gibi bitireceksiniz. Sonra da neden bitti diye ağlarsınız. =))

Okuyun, okuyun, okuyun...


3 Nisan 2015 Cuma

Kötü Prensesler, Linda Rodriguez McRobbie [Kitap Yorumu]

Kötü Prensesler ilginç olarak nitelendirebileceğim bir kitaptı ve yine o kategori de liste başı oldu. 

Kitabı beğendim fakat ne düşüneceğimi de bilmiyorum daha doğrusu neler hissettiğimi nasıl ifade edebileceğimi şaşırdım. 

Kitapta, tarih boyunca yaşamış prenseslerin kısa kısa hikayeleri yer alıyordu. Yazarın bu konu da bir çok araştırma yaptığı belli... Anlatılanların yarısı doğru ise yarısı da yanlıştır. Ya da nasıl desem; yanlıştan ziyade yazarın inandığı veya araştırmalarını yaptığı kişilerin inançlarıdır. Çünkü 20. yüz yıl, 18. yüz yılı bırak 5. yüz yıl hatta M.Ö yaşamış prenseslerin yaşamları bile konu edilmiş. Gerçekler günümüze kadar ulaşırken ne kadarı korunmuş olabilir? Kim bilir ne kadarı değiştirilmiştir... Ayrıca kitapta ismi geçen bu prenseslerin ortak noktaları da kötü olmaları değil, hikayelerinin kötü sonla bitmeleriydi. [Bence]


''Bir saray da doğmak çok büyük şans olarak görülebilir, ama bu özgür bir hayat yaşayacağınız anlama gelmez.''

Yazarımız 'Kötü Prensesler' tabirini kullanmış ama bence, kötü kelimesi bir 'kadına' hitap ettiği için konulmuş. Arada gerçekten kişiliğinde kötülük bulunan prensesler de vardı belki de ama daha çok prensesler yaşadıkları zamanın kurallarını göz ardı edip, özgürlük arayışında dik durabildikleri bunun için çabaladıklarından dolayı kötü olarak sıfatlandırılmışlar. Anlayacağınız geçmiş yüz yıllardan günümüze kadar ve hala daha kadınların işi zor olmuş. Kadın olduklarından dolayı çoğu zaman kabul görmemişler. Bu durum prensesler için bile geçerliymiş. 

Prenseslik birinin kendisine nasıl davranması gerektiği ve kadınların hayatlarında ne isteyip, neleri başardığı konularında büyük beklentiler yaratan bir unvandır. Günümüz de ise prenseslik giyinip süslenmekten, pembe simli eşyalardan ibarettir. Güzelliği kısıtlayıp, gerçekçi olmayan beklentiler yaratmıştır. Yazar da bunun farkında. Bu yüzden gerçek prenseslerin yaşamlarını anlatırken bize prenseslik kavramını öğretmeye çalışmış. Bu prensesler kendi kaderlerinin kontrollerini eline alan ve alamayan prensesler... Korkunç şeylerin yanı sıra büyük işler de başarmış prensesler... Fakat yazar bir nokta da demiş ki: ''Bu hikayeler söz konusu bir kadın olunca da her şeyin doğruluğunu iki kere sorgulamak gerekir.''

Bu kitabı okumaya başlayın ama her bir hikayeye gözü kapalı inanmayın. 


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...